Hatırla hadi.
O ilk sesi.
Bin milyarlarca, bin milyonlarca, on binlerce sene önceyi.
Sesten öncesini.
Zamandan önceyi.
Maddeden önceyi.
Ve…….
O ilk sesi.
İlk ses ne miydi: Oh! Şöyle derin, içten gelen, huzurla dolu bir ‘Oh!’ O ‘Oh!’ ki çekilmesiyle, yerle yeksan etti onu çektiren tüm sebepleri; varolmama!nın dayanılmaz hafifliğini:
Olmayanın, olmamanın sorusuzluğunu. Keyfini. Heyecanını. Sadeliğini. Huzurunu. Yumuşaklığını. Maddesizliğini. Maddeye mesafesizliğini. Maddenin, maddelerin topyekûn yok oluşunu. Olmayan maddeye karşılık hiç doğmayan maneviyatın ölümsüzlüğünü. Her şeyin bir zıddının olması gerektiği safsatasının oluşamadan, vücuda gelemeden yıkılışını. Bu vesilelerle hiç olmamış evrenlerin, boş bulunup tek elden derin bir oh çekişini.
Ah evladım ah!
İşte bu ‘Oh!’tur ki ilk sesi yarattı. Nesnelerin kusursuz sessizliği, maneviyattan arınmış madde yenildi bir ‘Oh!’a. Ah ki ne ah! (İlk ses Oh! ise, ikinci ses Ah! idi herhalde.)
Kainatın yazgısıyla insanın yazgısı ne çok benziyor birbirine. Şöyle ki;
İnsan evladı doğduğunda ‘ayna evresi’ndedir. Simgesellik öncesi bir evre olan ayna evresi Oidipus’tan hemen önceki dönemdir. Altı- sekiz aylık bir çocuk bu dönemde kendi imgesini bir başka imgeden ayırt edemez. Bu evrede çocuğun dünyasında henüz hiçbir şey şekillenmemiştir, ayrımlaşmamıştır. Annesiyle dolayımsız bir ilişki içindedir. Kendi imgesini annesinin imgesinden ayırt edemez, çünkü imge yoktur, kavram, nesne, simge yoktu; hiçbir şey şekillenmemiştir. Tıpkı ilk sesten önceki yokluktaki gibi.
Simgesellik öncesi bu dönemde çocuğun dünyası bir bulutsuyu andırır; annesi ve kendisinin eriyip birbirine karıştığı, magma tabakası gibi her şeyin iç içe geçip mutlak bir bütün oluşturduğu bir bulutsuyu. Hiçbir şeyin birbirinden ayrışmadığı bulutsu, anne ile bütünleşip Nirvana’ya ulaşmayı, eksiksiz bütünlüğü ifade eder.
Çocuğun anne ile dolayımsız ilişkisine baba imgesinin girmesiyle Oidipus evresi başlar. Bulutsuya kastre edici olarak baba imgesi girmiştir. Baba imgesi girmeye başladığı andan itibaren bulutsudaki bütünlük bölünmeye, parçalanmaya, şekillenmeye başlar.
Tıpkı hiç olmamış kâinatların boş bulunup bir Oh! çekmesiyle varolmamışlığın bütünlüğünün bozulması gibi. O ilk sesle madde, zaman vücuda gelir. Ve sonra Kutsal Hayat Üçlemesi’nin ikinci kitabı olan Ses dile gelir; Selin’in sesi. Kimine göre bir delinin sayıklamaları olan bu ‘ses’, aslında Selin’in gerçekliğini kurar. Bunu yaparken, iki anlatıcıyla dile gelir ‘ses’.
Birincisi tumturaklı laflar eden, bir bilgenin ermişliğine sahip, tasavvuf ehli, bilgece konuşan, yorumlayan, anlatan, görünmeyeni gösteren, hayata, evrene, insana dair felsefesini bizden esirgemeyen kör, sağır, dilsiz anlatıcıdır. Ses’in sahibi yani Selin kör, sağır ve dilsiz anlatıcıya emreder “Yazacaksın” diye. Anlatıcı da sahip çıkar sese ve onun satırlarında ses dile gelir. Bu anlatıcının adını Kutsal Hayat Üçlemesi’nin ilk kitabı olan Kök’te öğreniriz: Talat Kavak. Kör, sağır, dilsiz anlatıcı Selin’in hikâyesini kâh simgeselleştirerek, kâh felsefe yaparak, kâh hikâyeler anlatarak tasavvufi öğelerin yoğun olduğu kutsal bir kitap diliymişçesine yazıya aktarır. Kuran’dan, İncil’den, Tevrat’tan, Zebur’dan sözler görebilirsiniz bu satırlarda; aynı zamanda Mevlana’nın Mesnevi’sindeki gibi çeşitli imgelerle bezeli hikâyelerdeki tasavvufi göndermeleri de.
Kör, sağır, dilsiz anlatıcının kelimeleri çoğunlukla eskidir, anlamlar ise derin. Daha çok eski Osmanlıca kelimelerle konuşuyor. Anlamın katman katman derinlere inen içeriğine en uygun düşen biçim de budur zaten. Bu bölümlerin tadına daha iyi varabilmek için kesinlikle bir Osmanlıca-Türkçe sözlük bulundurmalısınız yanınızda. Her ne kadar okumayı zorlaştırsa da günlük hayatta kullanmadığımız bunca eski kelimenin bir arada bulunması aslında okuyucu için büyük şans. Değil mi ki insan dille düşünür, kendini, dünyayı, evreni dille kavrar, kendine dilden teşekkül etmiş bir düşünce dünyası yaratır; o halde dilin zenginleşmesi düşüncenin de zenginleşmesini beraberinde getirir. Zenginleştiriciliğinin yanında aynı zamanda dilin düşünceyi kısıtlayan bir işlevi de vardır. Dilden arınmış bir düşünce düşünemeyeceğimiz için dilin kısıtlayıcılığını kabul etmek gerekir. Lacan’ın da dediği gibi dil, bilincimizin sınır bekçiliğini yaparak kısıtlayıcı bir hal alır. Tam da bu noktada kör, sağır ve dilsiz anlatıcının satırlarını Osmanlıca Türkçe sözlükle birlikte okumak, bugüne dek bilmediğimiz ya da pek kullanmadığımız birçok kelimeyle hemhal edeceği için, dille çizilen sınırı biraz daha genişletme imkanı sunuyor okura. Zaman zaman da aynı anlama geldiğini düşündüğümüz kelimelerin aralarındaki ton farklılıklarını keşfetmeye vesile oluyor ki, bu da beraberinde keşfedilen yeni tonların zenginliğiyle bir bakış getiriyor hayata. Ses’teki bu satırların yarattığı, edebiyatın hayatı bir nevi zenginleştirmesi olsa gerek.
Ses’teki diğer anlatıcı ise Selin. Şu andaki duruma gelmesine sebep olan; akıl hastanesine kapatılarak, dört duvar arasında ‘Sesimi duy!’ diye feryat edercesine ama bir yandan da intikam hıncıyla kendisine bu satırları yazdıran hikâyeyi ta en başından, Hakan’la tanıştığı andan itibaren anlatıyor. Üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldikten sonra kendinden bir hayli büyük ve evli bir erkek olan Doktor Hakan’la iki sene boyunca büyük bir aşk yaşar Selin. Ta ki hiç beklemediği bir şekilde -belki de başından sonuna değin ayırdında olduğu ancak kendisine dahi itiraf etmekten korktuğu bir sürecin sonunda- Hakan tarafından terk edilene dek her şey yolundadır. Yaşadığı bir başka önemli kayıp da tam da bu acı ihaneti öğrendiği zamana rastlar. Anakarasını kaybetmiş, ıssız bir ada gibidir artık Selin. Kaybetmenin acısıyla farklı bir zihinsel sürece girer. Gerçeklikten kopuk bu süreçte de hikâye devam eder. Bu bölümde yazdıklarını gerçekmiş gibi okurken son sayfalara geldiğimizde anlarız tüm bunların gerçek-hayal arası bir arafta yaşandığını. Anlamakla beraber çok da emin olamayız hangisi gerçekti, hangisi hayaldi. Kitap, parçaları birleştirip bulmacayı çözme arzusuyla kitabın başına, ortasına, sonuna meraklı gözlerle bir göz gezdirme ihtiyacı duyuruyor okura, ki bu da Ses’in verdiği tadı başlı başına artıran bir unsur olarak sayılabilir. Zekice kurgulanan olay örgüsünde son sayfalara gelinip de bütün parçalar yerine oturduğunda şaşırtıcı bir resim çıkıyor. Hele ki ilk yayınlanmakla beraber aslında Kutsal Hayat Üçlemesi’nin ikinci kitabı olan Kök’le birleştiğinde, hikâyelerin birbirini nasıl tamamladığını keşfetmek ayrı bir keyif yaşatıyor okura. Böyle bir keşfin müsebbibi ise olay örgüsünün iki kitabı da kapsayan, ustalıkla kurulmuş dokusu.
Kapatıldığı akıl hastanesinde sesini yitirmiş bir Selin, zamanla sesine kavuşur ve kör, sağır, dilsiz anlatıcısının sesine kulak vermesiyle bu kitap oluşur. Şimdi Ses’in çığlık olup başkalarına duyurulma zamanı gelmiştir. Yardımını almak için kardeşi Ece’ye ve intikam almak için Hakan’a. Bu yüzdendir Selin’in kitabın en başında Sesimi duy! diye canhıraş çığlıkları.
Bir ailenin etrafında gelişen olayların bir zamane masalı gibi anlatıldığı Kutsal Hayat Üçlemesi’nin diğer kitabı Kök’le de birleştiğinde aslında Selin’in hikâyesinin modern bir Lilith efsanesi olduğunu görüyoruz. Kök’te Ece’nin hikâyesi ekseninde devam eden olaylarda Hakan’ın evlenip çoluk çocuk sahibi olduğunu ve çocukların Ses tarafından yazılan kaderini okuruz. Adem’in ilk eşiyken aralarındaki eşitlik mücadelesi sonucu çıkan anlaşmazlık nedeniyle cenneti terk eden Lilith’e benzer Selin. Yahudi efsanesine göre Lilith, cennetten ayrılınca çevresindeki cinlerle ve cinler kralı Şamael’le (şeytanla) birlikte olur ve onlardan her gün yüz çocuk doğurur. Bu arada cennette yalnız kalan Adem, Tanrı’ya yalvararak Lilith’i geri ister. Tanrı gönderdiği üç meleği aracılığıyla Lilith’i geri çağırır. Ancak bunu kabul etmeyen Lilith’e ceza olarak her gün yüz çocuğunun öldürüleceği bildirilir. Kör, sağır, dilsiz anlatıcı da kitabın bir yerinde sorar Ses’in sahibine “Sen hangi cezanın talibisin?” diye. Ceza uygulanır ve Lilith duyduğu acıyla, bundan sonra, bütün hamile ve yeni doğum yapmış kadınların baş düşmanı olur. Erkek çocukların doğduktan ilk sekiz gün, kız çocukların ise yirmi gün içinde canını alır. Bu inanışın sürdüğü Yahudi kültüründe kadınlar Lilith’in şerrinden korunmak için evlerine “Adem’le Havva buyursunlar içeri, girmesin kapıdan 11 (LILITH)” yazarlarmış.
Cenneti terk ettikten sonra yeri dışlanmışların yanı olan Lilith gibi Selin de akıl hastanesinde bir nevi dışlanmışların yanındadır aslında. Ve Kök’te de okuyacağımız gibi, Lilith’in duyduğu acı yüzünden aldığı intikamlara benzer intikamlar alacaktır kendince suçlu gördüklerinden.
“Bebe bir akbabayı ağlarken – bir intikam mersiyesi okuduğunu bildiği halde hâlâ – sevme cesaretine haiz olanların, cennetin ilk katına imtihansız kabulü boşuna değildi” der kör, sağır, dilsiz anlatıcı. Selin’in Ses’i hem bebe bir akbabanın ağlaması hem bir intikam mersiyesidir aslında, ama Ses’e kulak veren lanet okuyuculardan olursanız cennete koşulsuz kabul gibi bir ödül sizi bekliyor: Yetkin bir edebiyat eserinin verdiği haz ve yetkin bir yazarı keşfetmenin sevinci.
Bilir misin öcü?
Lanet okuyucuların nereden başlar işlerine?
Ve sen
Neden, Nasıl ve Niçin Hâlâ
Hiçbir şey yokmuş gibi sakin oturabiliyorsun
Yoksa onlar gibi mi oldun?
Öldün mü?
Kurtul yazından.
Ses’e kulak ver.
Köklerin seni çağırıyor.
Kaçamayacaksın.
Sen de biliyorsun.
Yazıyı Hazırlayan: ZUHAL DOĞAN
http://www.orgalink.net/orgalink/12460/ses